5 Mart 2013 Salı

bir buhurdanlık hikayesi

bazen yapamayacakmışım gibime geliyor. endişe yerini korkuya bırakıyor. korkunun yerini hiç huyum olmayacak bir vazgeçişe bırakmasından korkuyorum. böylece korkudan korkmuş oluyorum. devir döngüye dolanıyor böylelikle. özgüvenimi törpülemişler gibi geliyor. iyi de kim/ne değil mi. ne bileyim. inadım var mesela benim kendime karşı, çileden çıkartabiliyordu kendimi. ama bulamıyorum onu. kızıyordum ama çok işe yarıyordu o. hop dedik mi ölsek bile duruyorduk, lafı sakınmıyorduk. şimdi ?

bazen kafama bir huni takıp elimde küçük turuncu bir leğen ile direksiyon yapıp bayır aşağı koşmak istiyorum. ağzım avaz avaz açık, koşarken hava dolucak böyle içine. çok ciddi.
sinirlendikçe özellikle. sinirlenince insanlar vurup kırar değil mi? vuramıyorum. vurunca elim acıyor. elim acıyınca kanıyor. kanadıkça çirkin oluyor. zaten tırnak yeme gibi bir hastalığa tutuldum çirkin çirkin. bir şeyler kırayım rahatlarım dedim herkes gibi, sonra manyak mıyım zarar işler neden dedim. diyene kadar elim siyah koku yayan mumluk şeysine dokanmış çoktan. ana düştü yere. kırıldı. üzüldüm lan. niye kırıldı o şimdi. ne güzel şurup koyunca tütsü gibin koku yayıyordu. ışık da yayıyordu. güzeldi yani. üstelik yeni de almıştım. sahi, güzel olan şeyleri neden kırıyoruz bu hayatta?
kırık olan parçayı üzerine koyunca hiç kırılmamış gibi duruyor. ama güvenemiyorsun haliyle. düşündüm çöpe atmak mı yoksa güzel diye hiç dokunulmayacak yerde saklamak mı diye. farklı bir karar aldım. ben yapıştırma taraftarıyım. sonuçta adını bilmediğim ama dışını görünce tanıdığım çok etkili koyu japon abi bir yapıştırıcı var, porselen zaten bu. cam olsa olmazdı evet, ama porselene şans vermek lazım bence. altına mum koyup porselene sıcaklığını yayınca ne güzel koku yayacak buharlı buharlı yeniden. ihtiyacı olan sıcaklık, niye çöpe soğuğa atayım ki onu. aslında düşününce var yine bir inatlık bak, bir başarma arzusu..
ama yapıcam, yeniden koku yaydıracam ondan bak. yaparım ben, yaparım arkadaş. ben kalın karton, tahta dondurma çubukları, tüy ve halattan ok yay takımına sadak yapmış insanım, bunu da yaparım. saçlarım artık turuncu olmasa da ben turuncuyum arkadaş. turuncu hep yener. zaten bir irlandalı'nın yenildiği nerede görülmüş, değil mi?

komikli bir not;
google'a "mumlu koku yayan" yazdım. (bir şarkıyı dım dırırdım diye aratmak gibi) ve bu şeyin gerçek adının "buhurdanlık" olduğunu öğrendim. işte nereden nereye. (:
bu kadar bahsedince kendisi de gösterelim hakkı geçmesin;


teşekkürler buhurdanlık. mecazen güzel arkadaşmışsın vesselam.
ve bir teşekkürler de Imany ablamıza (fon için);

1 Mart 2013 Cuma

fiiuuuvv

baak !! (sağ üste) blogumun kuşlarının tıpkısından çektiydim memleketimin gökyüzünde. çok güzeller değil mi? 
tamam blogunki, güvercin. bunlar, martı.  blogunki 6 tane, bunlar 3. ama bence tıpkısının aynısı be. (sırıtıklaşmak.)


birkaç da seremoni;
Ezginin Bünlüğü - Sarhoş Balık ile Topal Martı
Bad Company - Seagull 
ve tabi ki en güzeli;
Seyyan Hanım - Bir Martı Gibi 

27 Şubat 2013 Çarşamba

balkon tarlası

benim de artık bana ait bir toprağım var !! üstelik saksılarca !! bankalar acaba artık bana da kredi verebilirler mi ki?



biliyorsun, daha önce " bir boş kalan saksı öyküsü  " içerlemesi geçirmiştim. aylardır o boş saksılar batışıp duruyor gözüme. bitki dediğimiz canlı türü bir doğa harikası bunları biliyoruz zaten. e bakıyorsun hayatına, o kadar da doğa harikası bir hayatın yok. o zaman neden doğanın harikalığını dünyanla şenlendirmiyorsun ki? dememle soluğu dışarıda almak bir oldu. gittim Merve'nin de kanına girdim. bak dedim, toprak dedim, çiçek dedim. abbas bile dedim. fesleğen dedi. tamam dedim. hadi dedi. hadi dedim. güle oynaya gittik, bir fesleğen almadan geri döndük. evet böyle yaptık ama neden yaptık bir sor? fesleğen yok. ama ben. ben ki fayton. fayton ki ben. ki ben fayton. ki fayton ben. dur dur ahhaaha, gittim sarmaşık güllerinden aldım. pembiş pembiş olacak büyüyünce abisi ablası. sonra organik yaşam (annemin ses tonu kulaklarımda çınlarcasına) dedim, çeri domates aldım, salkım domatesi aldım, kocaman büyüyen domateslerden de aldım, baktım hızımı alamıyorum tutmayın küçük enişteyi naralarıyla marul tohumlarından bile aldım. tabi saksılar da aldım, topraklar da aldım.  (dırılıriinkk, burada fon müziğimiz devreye giriyor;  fon müzüğü içün dıkla

sanıyorum bugün tam 4 saatimi harcadım bu güzellere. üstümü başımı balkonu toprak moprak biraz batırdım ama foşur foşur akıtınca cillop gibi oluyor zaten. ama varya, allahım nasıl mutluluk verici, çıldırıcam sandım. hem böyle çocukken toprakla oynamaya geri dönmüş oluyorsun, hem bir sürü canlıya hayat veriyorsun, büyüyecek de bunları yiyeceğim diyorsun, koklayacağım diyorsun, amanini diyorsun, hanimiş de hanimiş bile diyorsun, hatta bir ara satarım lan pazara gidip bunları ben diye çirkinleşiyorsun ama insanların da organik yaşantıya özendirmek için bunların hepsi. valla bak. =) hatta güllerim açınca belki gül reçeli de yaparım, da diyorsun. (4 saati nasıl harcadığımız da böylece ortaya çıktı ha.) hayallerde geziyorsun, üstelik bunlar ulaşılması zor olmayan hayaller.. evet daha hepsi çok küçük, anne karnındaki fetüs gibi ama büyüyecekler lan!! salkım salkım olacaklar, kopartıcam tuzlaya tuzlaya şopur şopur yiyecem daha onları ben. gül ağacım da minik ama arsızlaşmaya başladığı anda önünü kimse alamayacak kontrolden çıkacak coşacak da coşacak. (kuzguna yavrusu şahin görünürmüş nitelikli nasıl ballandırıyorum ha hehe.) hıdırellez sabahı dileğimi köküne gömecem daha onun ben. başkaların gömmesini de sağlayacağım, böylece sırlarını haince öğrenmiş olacağım. slakdja 
o değil de, deli gibi 5 dakikada bir gidip gidip kontrol ediyorum büyüdüler mi diye. =) 2 haftaya büyürmüş yeşerirmiş tohumlar.. o günlerini de göreceğiz keretaların inşalla. 

hepsini çok farklı metotlarla etkim. tabi ya, yılların çiftçisi sanki. ama ilk başta 2 3 tanesine çok tohum koydum, umarım büyüyebilirler.

güllerim büyüyünce de klip çekicem onlarla bir hülya koçyiğitmişçesine. yönetmen olarak da kartal tibet'i arayacağım. inşallah beni kaale alır. almazsa da canı sağ olsun be. =) 

hay allahım deli deli sırıttıyor şu cimcimeler beni ha. meğer çiftçi olmak ne mutlu meslekmiş kardeşim, okulu bırakıyorum!! saldkja. dur lan, kaç senenin üzerine ayıp olmasın yine okuyayım, bir an önce emeklilik gelsin diyeyim bari. bahçeli ev alırım hem. denize de sıfır. (bak yine hayaller diyarına..) arsadan en az 10 dönüm. hatta gel bu dönümü 20'ye çıkarsak, yanına bir de hayvancılığı eklesek.  büyükbaş küçük baş etin kilosu da iyi hacı. sütü mütü de var bunların. yağı da var. yumurtası da.(kümese de daldık) hayvanlara tarımcılık için ayırdığım diğer 10 dönümün 1 buçuk dönümünü buğday ekip saman neyin etsem, kuzulara çaylarımdan çimenliklerimden kekikler yedirsem, hayvanlardan gelen tezeği de gübre etsem bağlara batçalara. lan ne giren var ne çıkan. ne tıkırtı var ne sıkırtı var. paraya paraya demem ha. o zamana 18 çocuk da yaparım hem, onlar da kendi aralarında ev ocak kurup büyüse nüfusu 60'a bağlasak, vallahi yeni republic oluşturucam az kaldı. ama bak ilerde bizim bir ananemiz vardı, çok çılgındı, 13 küçük saksıyla başlamış bu işe, ve hatta bu saksılardan bir tanesi yörsan tenekesinden, bir tanesi bahçıvan peynir kutusundan, bir tanesi de gönül yoğurt kasesinden inanabiliyor musunuz deyip ne hava atarlar ha. işte ticaretçi olacaksan, sıfırdan olacaksın!! tırnaklarınla kazıya kazıya geleceksin, ama sonra o tırnakların içlerindeki toprak parçacıklarını çıkartmayı da unutmayacaksın!! unutmayacaksın ki insanlar seni kanalizasyonda çalışıyor sanmasın. şimdi çık git ve tırnaklarını temizle.. ve çık git ki saksılar ne alemde son bir göz at. ama sabırlı ol.

toprak gerçekten bütün negatif elektiriği çekiyormuş bu arada. negzel. =)

25 Şubat 2013 Pazartesi

moulin rouge

" the greatest thing you'll ever learn is just to love and be loved in return. "

bir insan öldüğünü en başta söylenen bir insan için filmin sonunda ne kadar üzülebilir? üstelik filmi yeniden izliyor olsa da aynı ve hatta daha da katlanan şiddet ile.


3. kez izledim az öncelerden sevdiğim bir mekanda. en son izlememin üzerinden çok geçmiş, ama çoğu sahneleri kazımışım aklıma feci. sanırım çok duygusallı bir gün geçirdim, istesem de istemesem de e biraz da dişi soyusun sevmesen bile fazla romantikliği duygusallılığı yine de hemen etkilenip "ayy" olabiliyosun haliyle. ya da adamlar harbiden işin saflığına değinerek inceden vuruyorlar seni, hakkını veriyorsun haliyle. uzatmayacağım, film bittiği gibi kırmızı gözlerimi insanlara çaktırmayıp eve koşarak gelme isteğinde buldum kendimi. çünkü höyküre höyküre ağlayabilecektim. ve koştum da. ve höykürdüm de. ama o kapının önünde anahtarı yuvasına takıncaya kadar yalan yok akla karayı seçtim. filmin bohemliği ile hayatın bohemliliğini alakasız yollardan birleştirip ayakkabılarımı çıkaramadığım o dakika ana bacı dümdüz girdim veriştirdim.

teşekkürler mulen ruj.. tam 23 dakika 37 saniye. bayağıdır olmamıştı.. bir enerji patlaması gibi ama bir enerji depolaması gibi de. silkinip kendine gelip zidler'in tenor sesinden "the show must go on" çalıyor kulakta. adam haklı lan aslında. zidler'e kıl kapsan bile filmde haklı herif. çünkü show must go on aga. zaten filmin sonunda zidler dük'ün alnının çatına gömdürdüğü yumruk onun bile aslında ne kadan narin ne kadan içinde beslediği bir kalbi olduğunu göstermiyor mu?

filmde aslında bir sahne vardı onu bulmaya çalıştım velhasıl bulamadım. bundan mütevellit dillere destan insanı kendisine hayran bırakıp tüyleri tiken tiken izleten "roxanne" sahnesini ekliyorum (abinin sesi de tom waits'in yandan yemişi he);

çok uzatmak istemiyorum, çünkü hem film hem filmin sonuncunda koşturarak eve gelip höykürmek hem bira hem de an itibari ile saat adamı çarpıyor kardeş. lakin şu filmden etkili bir alıntı düşmeden gitmeyeceğim tabi ki de.

" when love goes to the highest bidder, there can be no trust.
without trust, there is no love. "

(buraya aslında film eleştirisi diye geldiydim, olmadı. kafa gitti kafa. kafa yaşlı kafa.kafa ölmüş kafa. hadi 4üncüye kısmet. )

21 Şubat 2013 Perşembe

gevelemeç

selaminko. öncelikleko teyipinko çalıştırayımko fonko müzüko ferahlatsınko.

heh.
az biraz feysbuk tespiti sışmaya çalışacağım buraya. sanırım atar yaptım tatar yaptım ramazana bağladım. ha konunun sonu nerede biter bilmiyorum bak önceden uyarayım.

paylaşım denilen bir hastalık var burada. senelerdir önü alınamaz bir çılgınlık. futraftır, vidyodur, yazıdır, oyundur, şarkıdır ottur boktur her telden o biçim.. buna kayıtlı olunca siteyi ister istemez kullanmak zorunda kalıyorsun. bir tür sorumluluk gibi. aslkdj. dur dur, sakin. gülmek yok ciddiyiz lan şurada. heh. sen şimdi öyle bir insansın ki, paylaşımı çok seven tiplerden değilsin. e günümüz modasını da seven tiplerden değilsin. e nesin lan sen? öaskjdh dur ya, ciddi de olamıyoruz iki dakika. he. ne diyorduk. böyle garip bi varlıksın, insan olduğunu enayilik yaşadıkça hisseden bir tipsin. çünkü insanlar hep enayi olur. iyidirler çünkü. enayi olmayanlarına da hayvan denilir. konu dağıldı bak. dur ama bağlayacağım. şimdi paylaşımsızlık çektiğin evrelerde ama içinden de paylaşacaksın lan savaşı veriyorken böyle psikopatça bir iş ama yaklaşık 29 ila 42 dakika arasında düşünüyorsun(cümle çok uzun olduğundan anlamını yitirdi di mi lan). sonra abartmanın lüzumu yok lan manyak deyip paylaşıyorsun(bu tamamen çoğu zaman benim için şarkılar açısından oluyor), hop asılı kalıyor şarkı orada. yahut böyle ülke çapında bilindik bir konu üzerine bir şey yazıyorsun, hop gene mandallama. sonra lan diyorsun sizin dininizi imaninizi paraşsdaj yok dur melek subaşı'na bağlamicam.. ama bak mesela, gündemsel aşk meşk işlerinden paylaşımlar yapsan, ağlasan zırlasan, "beni kimse sevmii =( " yazsan, yahut böyle şırfıntı nitelikli birine ayar versen, göndermelerde üzerine olmasa obaa senden büyük yok, layklar o biçim patır patır.. şarkılar da böyle. kulağa hoş gelen değil, ayarlı mayarlı gülüm keten helvalı yandan yemiş mantıkla sokup sokuşturulmuş işler sisilesine bürününce moda ikoncanı oluyorsun. uff bu çok tatlı oluyorsun. burcucum çok güzel çıkmışsın oluyorsun. ne lan bu. bundan mı ibaretiz. gülşen'den "ırgalamaz beni" parçasını paylaşınca mı? aga beni ırgalattırıyor lan. hande yener'den "hasta" mı? yeminle ince hastalık sebebi. bi de ismiyle birlikte soyadını söylemekte zorlandığım kabasarıdayı var ya da tersi işte ne boksa "insan sevmez mi?" demiş. sevmiyorum lan. soğuttunuz lan hayattan. eskiden Grup Vitamin dinleyip zevkten dört köşe olurduk, sözlere bak ohahaha geberikleşirdik. derken serdar abimiz bozdu önü alınmaz yollarda, burak abimiz girdi bir ara devreye girmesiyle çıkması bir oldu o yavrumunda, sonra kenan abi de sıvadı ortamı. noluyo lan? nereye gidiyoruz.

90larda ve milenyum çağının başlarında en zevk aldığım işti yazılmış şarkıların üzerine komik sözler yazıp söylemek. Grup Vitamin büyük örnekti çünkü önümüzde.. bi de çıtır kızlar vardı kötü kızlar nerelere de nerelere gider hihihi.(klibiyle macerana dansını bile önce burada öğrenmiştik lan) yaşanacaksaa yaşanacaak!!! (klibinde de çılgın bediş'teki oktay oyunuyordu kırmızılı kırmızılı) güzeldi lan onlar. birkaç iyi adam vardı bi de. lan ahaha. jeep CJ serisinin üstü açık cipin üstünden öpüçük atıyolardı. bizim orda fındık taşınıyor lan onlarla. ahaha. dur yine dağıldı konu, geçen gün yine şöyle kalkışayım dedim hangi şarkının üzerine döşesem diye, bugün de böyle. şarkı yok lan üzerine komiklik yapılabilecek. çünkü hepsi sıçılmış. yeni dönem ikonluklar da komikliğin iğrençleşmiş versiyonunu dinliyoruz zaten. sonra annem kızıyor, millet garipsiyor; neden izlediğin filmleri izliyorsun neden eskilerden gidiyorsun. boğuluyorum anacım boğuluyorum. işin saf olanını seviyorum ben, orcinalliğe oyumu basıyorum bundan mütevellit.

sen onu bunu geç de,
resmen facebook-like kombinasyonunu içerlemişimya la ben. haahha. demek ki, baya sıkılmış canım benim. gideyim de şuradan bir meyve suyu içeyim iki kreker kıtırdatayım. yoksa facebooktan girdik doksanlara daldık uzatırsak 1900lere kadar gidecek. en baştan uyarmıştım aga ben, atarlı girdiğimden nerelerde yüzceğimi kestiremeden daldım yazıya. yüzme dedik de, yaz gelse de bi yüzsekya. simitle yüzsek. insanlara ıslak kum atıp kaçsak. bi de "simiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiğğth" diye de bi oyun vardı bak zamanında çok kalleş bir oyundu. tamam tamam, hadi iyi akşamlaar..

18 Şubat 2013 Pazartesi

ev ödevi

ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım. ben saf bir insanım.
üüf. sıkıldım. biraz şöyle devam ediciğim.
ben saftirik bir insanım. ben safitirik bir insanım. ben saftirik bir insanım. ben safitirik bir insanım. ben saftirik bir insanım. ben safitirik bir insanım. ben saftirik bir insanım. ben safitirik bir insanım. ben saftirik bir insanım. ben safitirik bir insanım. ben saftirik bir insanım. ben safitirik bir insanım.
biraz da şöyle,
ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. hahhaahhah. " Saftirikoş "u çok sevdim lan, dur biraz daha devam edeyim en iyisi. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım.  ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım.  ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım.  ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım.  ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım.  ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım.  ben saftirikoş bir insanım. ben saftirikoş bir insanım.

edit:
bu akşam çok saygıdeğer aydın bir arkadaş tarafından verilen ev ödevimi tamamlamış bulunmaktayım. ödevi kontrol edilmesi üzerine okuyucu yetkili mercilere bırakıyorum. her biri el ile yazılmış, 60 adet "ben saf bir insanım", 12 adet "ben saftirik bir insanım", 40 adet de "ben saftirikoş bir insanım" içeriyor. böylece 112'ye bağladım, s.o.s gönderttirebilirsiniz.
ha bu arada yöntem, çok sağlam bir kabullendirme yöntemiymiş. ilkokulu da baya özlemişim, sanki elim arı mayalı kokulu yeşil silgi gibi kokuyor.
fon müziği de ekleyeyim bari, sonda oldu ama olsun. kısa zati. yakşanlar.
( ilk şemsiyede "s" harfini taşıyan çocuğa selam olsun. canım benim. )

17 Şubat 2013 Pazar

bir boş kalan saksı öyküsü



çiçeklerim vardı benim. öldüler.

yine olsun. gene pıspıslı sulama şeysileriyle vitaminli su fıslatayım onlara.

"bal kabağı"nı özledim, "balkabağı"nı değil.

başlığa bak. az daha zorlasam yazıyı başlığa yazacak gibiyim. du hele du.

ben gene düşündüm.
insanlığımızı düşündüm.
ama kısa yönlü insanlığımızı düşündüm.

bakıyorsun çevrene en dibinde yakının gördüğün insandan bile bir anda beklenmedik davranışlar görebiliyorsun..
" sen şöylesin. sen böylesin. sen süpersin. sen süper değilsin.
doğru düşünüyorsun. yanlış düşünüyorsun. ne düşünüyorsun?
bence düşünmelisin. bence düşünmeden davranmalısın.
farkında mısın? farkında olmadan yaşaman lazım. farkında olman lazım."

iyi de neyin abi? karşımda akıl vermek adına uğraşıp giriştiğin 2 kelimenin mi? senin mi? senin de atar yaptığın ve ilginin sana dönmesini sağlayan ince çizgideki şikayetlerinin mi? neyin farkında mıyım? olmalıyım?
hepsi birbirine bağlı gibi gözükse de bağımsız cümleler bunlar. hiçbirini peş peşe kullanmazsın, kullanamazsın..  o zaman peki neden? laf söyleyen balkabağı olmak için mi?

bir insan bir insana değer verdiğini belli etmek için nasıl davranmalı ne yapmalı? sadece emredici şekillerde bir şeyler söyleyerek mi?

o zaman sıçmışız biz toplum olarak. hem de "montla sıç"mışız.

16 Şubat 2013 Cumartesi

tepe tepe

ho ye!!
tatildi dönüştü derken seni çok boşladığımı her gün kafama kaktım sevgili fayton. yazayım dedim, olmadı. ha dedim, olmadı. he dedim, olamadı. sonra ho ye dedim, ana bir baktım döküldü gidiyor kelimeler. ha diyeceksin "bu kelimeler ney lan manyak karı?" vallahi ben de bilmiyorum. ama dönem başlangıcı için çok görme..

şimdi öncelikle çok özlediğim bir manzarayla başlıyorum, tatil geçti bitti. çok da güzeldi. yoğundu keyifliydi.
ama her dönüşümde aklımda kazınan ve üzüldüğüm bir yan var geride bıraktığım. şu;


tam penceremden her sabah uyandığım ve her gece uyuduğum o güzel Boztepe. özleniyor lan meret. ışığıydı, yeşiliydi her parçaya uyan türden bir güzellik. bu da böyle bir anılar şeysi işte. 
ayrıca,
kendimi uzun zamandır hiç olmadığım kadar iyi hissediyorum. çok güzel bir duyguymuş sana da tavsiye ederim pankuş. çavera.

2 Şubat 2013 Cumartesi

lüküs hayat, oh ne rahat

İnsan dediğimiz varlık çok basit yollardan başka insanın günahına girebilip o günahtan da korkusuz bir şekilde yaşayabilir şekilde yaratılmış. bu ne lüks.

Bir söz vardır özellikle türk milleti için geçerli; "deveyi diken insanı s.ken yaranır." 
bir cümle bu denli temiz bu denli açık bu denli samimi olabilir.
Sonra denilsin ki hümanistlik neden ölüyor, neden olacak lan bal kabağından mı? şimdi bir tane de Neyzen Tevfik'den bir iki kelam bir şey yazacağım, rtük'ten çat diye sansür yiyeceğiz olmayacak. en iyisi yazıyı bitirmek.

Ne demiş insansızlaşan dünyayla alakalı dünyanın en ayık ayyaşı Bukowski abimiz;
"tabii ki bir insanı sevebilirsiniz, eğer onu yeterince tanımıyorsanız."

21 Ocak 2013 Pazartesi

ödülos kütükos

bir hediye aldım. oley. tescillediler beni. en birinci be.. asstır bu burada olmayacaktı lan..
neyse,
tohumlaar fidana, fidanlaar ağaca, ağaçlaar ormaana dönmeli RUHUMA !!! kestaane gürgen palamuut..


buradan hediye veren elleri zeval görmesin bilgesine teşkür. nasıl mutlu oldum nasıl mutlu oldum, inanaman..

16 Ocak 2013 Çarşamba

nört oldum. garip bir his. ne tarafım ağır basıyor bilmiyorum. güzel mi düşünmeliyim yoksa üzülmeli miyim?

silip atmaya zorlasam da, istemesem de, yok görsem de.. garip.. o son golü hangi kaleye göndereceğinin tedirginliğinde buluyorum kendimi.. uzatmalarda o golü kendi kalesine atacak gibi gözüküyor. ve böylece ben de sözleşmeyi geri dönüşü olmayan zorunlu fesh işlemlerine başlayacağım kendi içimde.. 

bak ne var biliyor musun? o gol varya, çok can yakar mesela. unutulmaz. gönül kırgınlığının ağırlığını 10'a katlar.. hislerini direk yaradana bağlar, dilediğin kadar o hakkı helal etsen bile.. öyle de büyük bir kırgınlık taşıyor olursun içinde.. alıştırmak ve hazırlıklı olmak lazım tabi böyle şeylere.. daha kim bilir neler göreceğiz öğreneceğiz bu hayattan.. ( bak hele bak, nenelerin bitiş cümlelerini de yazmaya başladığıma göre artık yaşlandığıma kendimi inandırmaya başlamam gerek gibi..)

yaşlılık çok zor.
öyle..
yarın da güzel bir gün. yolculuk başlıyore.. uçcuka gız. (bak gene aynı şeyi yapıyorum. çelişiyorum. tam oflamalık.)

14 Ocak 2013 Pazartesi

alimlere soru



Cennetin kasvetli yapısına sahip memlekete kavuşmaya 2 gün kala.. 


ne güzel diyor Şevval kızımız, ah gidi garadeniz..

10 Ocak 2013 Perşembe

sabah şerifleri

ben sabahladım. oturdum. balkonlu penceremin buharlaşmış camına "ali ata bak" yazdım. anca ata bakarım zaten ben. aferim bana.
adım da ne zamandan beri ali oldu onu da şeyedemedim ama o ata kafam girsin benim.

ben sabahladım. oturdum. balkonlu penceremin buharlaşmış camımın önünde..
saat 06:27 , merkez dinlemede tamam.

8 Ocak 2013 Salı



parmak uçlarımda hissedip, avucumun içini gömdürerek yaşıyorum. bu da benim böyle bir hayat özetim işte.
aralık 2011

efendii efendii..


”  Bilmem Yalnızlık Efendi ile aranız nasıl? Benim oldum olası iyidir. Severim kendisini, zannımca o da benden memnundur. Yalnızlık Efendi uzunca boylu, titiz, temiz ve bakımlıdır. Çok yakışıklı sayılmaz belki, fakat hayli alımlıdır. Kıyafetlerini nerede diktirir bilmem, ama giyimi kuşamı farklıdır. Hayatımda tanıdığım en donanımlı, en kültürlü, ayakları en çok yere basan varlıklardan biridir. Okumayı, düşünmeyi ve hayal etmeyi sever; haftada en az üç kitap bitirir. Tefekkürü de bilir tevekkülü de. Özgüveni yüksektir, kendi kendine yeter. Kimseye yalakalık etmez, hesap kitap yahut pazarlık ve çıkar işlerinden hazzetmez. Elalemin nabzına göre şerbet vermez, kula kulluk etmez. Vefalıdır. Sadıktır. Kendisine yapılan iyilikleri asla unutmaz, ama kötülüklere gelince hafızası balıkların hafızasına döner; kemlikleri ve kinleri çabuk unutur. Kimseyle düşmanlığı yoktur. Kancıklık sevmez. Dedikodu etmez. Başkasının gölgesine muhtaç olmadan tek başına yaşayan hür ve gür bir ağaç gibidir. Canı sıkılınca duvarında asılı eski bir yazıya bakar; kim bilir hangi mahir hattatın elinden çıkma yazıda şöyle yazar: ” Bu da geçer Ya Hu. ” Yalnızlık Efendi yazıyı okurken gülümser, yarı mahcup, yarı mağrur. Ne zaman ona insanlardan ya da dış dünyanın çarkından şikayet etmeye kalksam, eliyle savuşturur sözlerimi. ” Boş versene ya hu ” der. ” Yalnız geldik bu dünyaya. Sanki yalnız gitmeyecek miyiz? ” Gerçi şahidim, zaman zaman onun da içinin daraldığı olur.Yalnızlık Efendi en çok başkalarıyla karıştırılmaktan rahatsızdır. Yalnızlık, ” Issızlık ” demek değildir. Issızlık Efendi başka mahallede yaşar. Biraz huysuz bir tiptir. Hani bahçesine kaçan topları kesmeye kalkan aksi ihtiyarlar var ya, onlardandır. Bizimkiyle ara sıra selamlaşırlar o kadar. Keza Yalnızlık, ” Kimsesizlik ” demek de değildir. Kimsesiz Efendi şehrin dışında bir mağarada yaşar. Saçı sakalı birbirine karışmış. Bizimkiyle kırk yılda bir karşılaşırlar o kadar. Yalnızlık ne Issızlıktır ne Kimsesizlik. Yalnızlık insana en çok başkalarıyla çevriliyken gelen bir histir ki, kimileri buna “etraf kalabalıkken kalbin yalnız olması hali” derler. 
Yalnızlık Efendi der ki, ” Yalnızlık insanın kendi kendisiyle yaptığı bir sohbettir. Aracısız. Katkısız. Oyunsuz. Yalansız. Saf ve som bir sohbet. ” Bazen olur bana, nedensiz öylesine. Güçlü bir kaçma arzusu başlar içimi kemirmeye. Televizyon, radyo, gazeteler… Hepsinden koparım. Telefonları bir kenara kaldırırım. E-maillere bakmam, kimseye tek satır yazmaz olurum. Kepenkleri indirir geçici bir süre tadilata girer, içime kapanırım. Yapılacak işler kule olur yükselir masamda. Okunacak mektuplar, kotarılacak sorumluluklar birikir bir kenarda. Sokağa çıkasım gelmez; çıksam kenarlardan yürürüm, saçak altlarından. Görünmez olmak isterim. Saydam bir cisim gibi ve yabani. Kazara bir tanıdığa ya da beni tanıyıp konuşmak isteyen insanlara rastlasam dilim dolanır, iki cümle kuramam. Çünkü o esnada içeride Yalnızlık Efendi ile konuşuyorumdur. Aynı anda iki boyutta birden olamam.
Bazen olur herkese, nedensiz, öylesine. Yalnızlık Efendi dikilir balkonumuzun altında. Çakıl taşları atar penceremize. ” Hadi dışarı çık ” der.“ Çık da oynayalım ” Bazen olur. Yalnızlık çağırır. Ve sen terliklerini giyer, her şeyi ve herkesi bir kenara bırakır, ruhunun mahzeninin merdivenlerinden inersin üçer beşer. Mahzende Yalnızlık Efendi seni bekler. Beraber oturur sohbet edersiniz sabahlara kadar. Hayattan, zamandan, insanlardan, oluştan bahsedersiniz. Yalnızlık efendi felsefe sever. Gerçi hiçbir şeyi çözemezsiniz ama zaten sohbettir maksat, çözüm arayışı bahane.. Dedim ya, oldum olası Yalnızlık Efendi ile aram iyidir. Severim kendisini. Zannımca o da dostluğumuzdan memnun. ”        Elif Şafak

okuduğum kitapları yeniden okumaya başladım. ve yalnızlık üzerine yaşadıklarımı, düşündüklerimi en dile getiremez anlarımda başka ve güzel kalemlerden daha derinlemesine değinildiğini gördükçe göğsüme oturan öküzü bir süreliğine otlamaya yaylaya salıyorum.. bak bu da geçmiş senelerde yazmış olduğum kısa bir yalnızlık efendi için düşündüklerim; http://www.uykusuzsozluk.com/show.php?id=346123 tabi ki Zuhal Olcay eşliğinde; http://www.youtube.com/watch?v=AJOmncYACwg                        bir de dipnotumuz var; yalnızlık efendi’yi tek tek güzel güzel naif naif parmakcıklarımla yazdım, emek var kopi pest no.

gurme


İnsanlar kornfileks alıp süt ile beraber şapır lıkır yiyor.  22 sene önce sütten iğrenmiş ve süt içemeyen bir canlı olarak ben de bu mısır gevreklerini alıp kıtır kıtır yerim. ve bu insanlara özenirim.. böyle sütü lıkır lıkır içiyorlar, sütlaç yiyebiliyorlar vs vs.. ne güzel lan.. içebilirsin sen de aslında deme. içemiyorum çünkü ben. tescillendi onaylandı. 
Sonra böyle oturdum WB çizgi filmleri izlerken  bu gevrekleri kıtırak kıtırak dişlerimle ezerek yiyordum ki plinkk!! florasanı patlattım. lan?? ben de diğer canlılar gibi beyaz cıvıkoskileşmiş sulu bir şekilde bu mısır gevreğini yiyebilirim. açtım dolabı, Sütaş olmasa da Sütaş jenerikli "sıcak vurdu tavana sanki bura Havana eridik susuzluktan ayran gelsin buzluktan" nitelikli bol çalkalamalı çalışmayı gerçekleştirip Corn Flakesimizin üzerine yavaşça bocaladım.. ve sonuç: 

                                                                            

çok müthiş lezizii.. yeminle gurmelik tad. meğer ayranlı mısır gevreği ne güzel şeymiş. evet işin etiğine aykırı bir buluş gerçekleştirmiş olabilirim ama bu buluşu önceden keşfedemediğim için kendime çok kızıyorum.. dilerim Corn Flakes ailesi tarafından dışlanmam, süt içemeyengillerdenim kusura bakmasınlar. kendilerine Road Runner'dan kocaman saygılar gönderiyorum; mik mik..

şol


Bir hayatın tükürüldüğü yerde akan şol cennetin ırmakları ne güzel bir tanımdır böyle. Mabel’in bestesiyle Ceyl’an sesi ne muhteşem gitmiş böyle. aylardır manyakcasına sıkılmadan dinliyorum, üstelik ard arda.. “ah beyim” kalıbı ayrı hoş, dizlerinde çocukluğu sallamak ayrı hoş, bir kızının olması çok başka, kalbini emmesi üst düzey, düş payının nerede olduğunu sorgulamak hele nirvana.. bir de unutmak için izin isteme var, pek nacizane.. ah’la boyanan tırnaklar da var bu arada, allah..

"mızıka" adında doğa üstü yetenekleri olan bir enstrüman var bu dünyada ve değeri çok fazla bilinmiyor.. keşke bilinse.. 
çok güzel.. öyle böyle değil..

7 Ocak 2013 Pazartesi

terelelli


son zamanlarda içimden daha çok geçirir oldum, acaba ben nerede hata yapıyorum?

çok fazla güldüğüm dakikalarda mı? çok hareketli olduğum dakikalarda mı? çok hareketli nitelendirildiğimden birden çok sakin olduğum dakikalarda mı? bir insanla gerçekten dertleşebildiğim dakikalarda mı? ya da dertleşemeyip karşımdakini dinlediğim dakikalarda mı? birine gönül kapımı tam gerçekten açıyorum dediğim dakikada mı? insanların yüzüne açıkca her şeyi dile getirebildiğim dakikalarda mı? herkese eşit davrandığım için mi? insanın yapısını sevdiğim için mi? yoksa manevi şiddetin büyüklüklerini taddıkça insanlıktan soğudum için mi? beklentisiz çok şey yaptığım halde istemsiz küçük beklentiler içerisine girdiğim için mi? insan içerisinde ağlayamayan insan olduğum halde artık çok rahat ağlayabildiğim için mi? tırnak ucu mutluluklardan keyif aldığım için mi? acaba futbolu sevdiğim için mi? kediyi sevdiğim için mi peki? yahut, sustuğum dakikalarda mı?

susmak mesela. neden susar insan? düşünmek için mi? düşünmek mesela, elverişli bir şey olduğu kadar çok da tehlikeli bir şey aslında. ucu bucağı yok. bak mesela birisi şöyle yazmış;
" çoğu zaman beyninin uyuşmasıdır düşünmek.
sen o kadar düşünürsün ki bazı şeyleri, yeryüzünde senden başka kimse yıllarca onları düşünmese de olur.
çözüm bulmaya çalışmanın çocuğudur düşünmek. fazla sahiplenirsin, senden başka hiç kimseye, hiç bir şeye ihtiyacı kalmaz düşündüğün şeylerin. sadece sen ve senin hastalıklı paranoyaların yeter onlara.
uyuyamamaktır düşünmek. yemek yememektir, fazlasıyla yaşamamaktır. o sahipsiz düşüncelerin yüzünden yaşayamamaktır. bazen ölmektir, ama yavaş yavaş. kimse anlamadan, sakince...
dünyanın daha hızlı dönmesidir düşünmek. günler ve saatler o kadar hızla akar ki, "bugün günlerden haftanın sekizinci günü!" deseler inanırsın.
bazen dünyanın durmasıdır düşünmek. havada asılı kaldığını hissedersin. kimse görmez seni, yokluğunu hissetmez. çünkü sen öyle istersin. öyle bir dalmışsındır ki o karanlığa, görünmeyeyim, duyulmayayım dersin.
siyah ve beyaz gibidir düşünmek. gece ve gündüz, açık ve kapalı gibidir. grisi, öğleni, aralığı yoktur. ya uçta kalırsın, ya sonda.
lanet edersin kendine. çünkü sen öyle bir düşünürsün ki, bu dünyada başka kimsenin daha fazla düşünmesine gerek kalmaz.
sen öyle bir düşürsün ki, kimse neyi ne kadar düşündüğünü bile anlamaz.
insan düşünürken daha fazla hisseder yalnızlığını. konuşurken de düşürsün birçok şeyi, uyurken de, banyo yaparken de, yürürken de, gülerken de... nikotin ve oksijen, ciğerlerinle buluştuğu zaman da...
aileni düşürsün en çok. yaptıklarını, yapamadıklarını... kaybetmekten o kadar korkarsın ki, sevdiğin birini kaybetmektense ölmeyi yeğlersin her zaman. kendini ertelemeyi öğrenirsin.
yaşamanın sadece nefes almak olduğunu zannedersin.
sahi ya, düşünmek neydi? gene eksik bi'şeyler yaptım sanırım. "

nasıl da güzel tarif etmiş.
yalnız ben şuradan biraz devam edeceğim; sen öyle bir düşürsün ki, kimse neyi ne kadar düşündüğünü bile anlamaz. hatta bazen kendin bile anlamazsın. son zamanlarda, bu son zamanlarda yaklaşık 4 aydan fazlası süreç içeriyor, fazla yükleniyorum beynime.. hissediyorum.. çünkü büyük bir ağırlık birikiyor vücuduma.. göğnüme oturan öküzden daha fazlası vücuduma oturmuş gibi.. sürekli uyku isteği.. depresyon deniliyor buna evet. ama değil gibi de.. insan mutluyken mutsuz, mutsuzken mutlu olabiliyorsa depresyon değildir o. kendisini çok şeyden soyutlamış olmasına rağmen bir o kadar da dolu geçiriyorsa depresyon değildir o. peki nedir? kıyımsızlık? insanlık? düşünmek? hepsini harmanlayan düşünce sisilesi.. hah ne diyordum, sen öyle bir düşürsün ki, kimse neyi ne kadar düşündüğünü bile anlamaz. hatta bazen kendin bile anlamazsın. bazen (bu bazenler de günde azami 2 defa oluyor), çat diye kalakalıyorum öyle. ne düşünüyordum, neyi düşünüyordum, kimi düşünüyordum.. birden lan. kafayı yemeye son 2 saniye hissi.. bıbıp bıbıp fazla yükleme bıbıp diye öten bilgisayarın aha error veriyor heralde deyip mavi ekranı görecekmişsin korkusu resmen.. unutuyorum birden.. karıştırıyorum.. hangisi daha ağır basıyor idrak edemiyorum.. sinirler bozuluyor tabi akabinde, bir bakıyorum ağlıyorum.. sinirleniyorum hemen hırçınlaşıyorum.. sonra hoop yeniden sakinlik, 20 dakika sonra gülücükler.. akabinde bir vakit zaman sonra yeniden düşünceler.. sanırım bilgisayar reset atıyor ve ben ona açıldığında "sistemi yeniden otomatik çalıştır" seçeneğini istemsizce seçiyorum.. sürekli kaldığımız noktadan döngüsel biçimde ilerliyoruz. ve ben bunu sevmiyorum.

sahi ya, ben nerede hata yapıyorum?
haddinden fazla, insanlar üzülmesin diye uğraştığım dakikalarda mı? bu uğraşlarım sonucunda enayilik ödülümü suratıma vurmalarında yine yeni yeniden çabaladığım dakikalarda mı? ya da sabırsızlığımı sabırlılığımla sınadığım dakikalarda mı? fuzuli harcama yaptığım için mi? derslerin zorluğuyla çektiğim çin işkencelerinin revaç yaptığı vakit mi peki? yoksa, hala daha tencerede tek kişilik ölçüsü alamayıp bir apartmanlık yemek pişirdiğim anlarda mı? içten gözüküp soğuk durduğum noktalar da mı? değişime kapalı bir insan olduğum halde hayatın harbiden değiştirmeye zorlamak için elinden geleni ardına komadığı ve beni bile içerisine aldığı zamanı hücreme inandırmaya zorladığım dakikalarda mı? yoksa ağlamayana meme yok politikasını izleyen çakal tayfasının mutlu olmasını hiç adil bulmayıp abuk subuk götoş götoş salak gibi içime attığım dakikalarda mı? peki sözlüğüme eskisi gibi yazmadığımla alakalı olabilir mi? ya da sende benim hatalarımdan birisisin diyen Sezen ablamı çok dinlediğimden ötürü? yokya, Sezen abla kutsal, o olamaz. ulan bitmiyor da miler mular? neyse, benim terelelli misafirler gene geldi anlaşılan, önünü alamadan ve önbelleğimi kasmadan bitirmeli..

darlanmalar gelince tek başına yürüyüş yapmak çok faydalı bir iş. ama gel gör ki, ayağı da burktuk. yumuşak doku travması benim beynimin yımışak toku travmasına pek iyi de gelmiyor. tıkılı kaldım duvarlar içerisinde. finaller de o biçim giriyor.. 16 yaşındaki ergen çocuklar gibi isyankarlığa soyunmaktan korkuyorum. sen benim beyin içi hücrelerimi koru tanrım. bu arada, Sezen Aksu varya müthiş süperi güzelli bir kadın..
not: heey yeni güne girmişiz bu arada.

6 Ocak 2013 Pazar

beti ve pola

Meraba yeni blogcuğum. blog anlayışını pek seven ve insanlıktan habersiz sayısız birbirinden habersiz zilyon adet blog sayfası olan bir insan olarak karar verdim. tabi öncelikle soru sordum. dedim ki, bu defa neden paylaşıma açık bir blog açmıyorsun be akıl?
- açıyorum. açtım. (açılış konuşmasına şeyedemicem, hayırlı olsun. kurdele makasla kırrşt.)

şimdi senin adın kısaca ne olsun? düşündüm. düşündüm. düşündüm.. ı ıh. bulamadım. sanırım yazarken bulacağım. ama büyük ihtimalle sana senelerdir "fayton" demeyi çok sevdiğimden fayton olarak yola devam edeceğim.

şimdi fayton, neden beti ve pola dersen; tam da şu yüzden;


bilirsin, Sezen ablamın lafından özünden çıkmam. Belki Beti Belki Pola...